1963 yılında Yozgat'ta doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Ortaokul ve liseyi 1982 yılında Kayseri Mimar Sinan Öğretmen Lisesinde tamamladı. 1986 yılında A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesinden mezun oldu. Aynı yıl basın dünyasına adım attı ve TRT'de kameraman olarak çalışmaya başladı. 1990 yılından itibaren özel televizyonlara geçti ve yönetim kadrolarında çalışmaya başladı. Toplumcu bir anlayışla ve eğitimci gözlemleriyle denemeler yazmakta. Cami fotoğrafçılığı ve camileri tasvir eden yazılarına da devam etmektedir.
Kum tepelerinin bile bir gecede aniden kopan fırtına ile yer değiştirdiği uçsuz bucaksız ve ıssız çölün ortasında kurulmuş bir çadır düşünün. “İnsanlar bu çölde ne yerler, ne içerler, nasıl yaşarlar” diye kaygılanmakta haklısınız. Durun daha bitmedi, çadıra yaklaştıkça içeriden gelen sesler daha çok şaşırtacak sizi. Çadırdakiler oyun ve eğlenceye dalmış. “Vur patlasın çal oynasın.” Sonradan padişahın (kralın) oğlu olduğunu öğrendiğimiz şahzâde (prens) baş köşeye oturmuş, keyfi yerinde. Sazendeler çalıyor, hanendeler söylüyor; rakkase ortada oynuyor. Demek bu çölün ortasında taşıma suyla değirmen döndürülebiliyormuş ki çadırdakilerin yüzünde zerre kaygı ifadesi yok. Bunların bildiği ama bizim bilmediğimiz bir şey varmış demek ki. Sakın bunlar çöl hayatının oyun ve eğlencesine aldanıp kendilerinden geçmiş olmasınlar? Çöl ortasına çadır kurmanın çılgınlık olduğunu bilmiyorlar mı acaba? Bunlara yolcu olduklarını unutturan ne? Bu beldeye açık bir uyarıcı da mı gelmemiş?
Anlatmaya çalıştığım bu film sahnesi fani dünya hayatına ne kadar benziyor değil mi?
Dünya hayatı ancak bir oyun ve bir eğlencedir. Elbette ki ahiret yurdu Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için daha hayırlıdır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? (En’am Suresi 32. Ayet)
Derken sürmeli gözlü prensimiz, atının da yönlendirmesi ile çadırın dışında gezen güzel gözlü bir ceylan görüyor. “Gezme ceylan bu dağlarda seni avlarlar.” Oyunu eğlenceyi orada bırakıp atına biniyor ve kaçan ceylanın peşine takılıyor. Gidiş o gidiş. Bir müddet sonra atı dönüyor ama üstünde prens yoktur. Uzun aramalardan sonra onu da bulurlar bulmasına da artık şahzâde o eski şahzâde değildir. Görünüşte çöl ortasında kaynayan su birikintisinde kendi yansımasını seyre dalmıştır. Gerçekte ise O artık aşk makamındadır ve ruhunu temaşa etmektedir. Bu, ancak gönül gözü açık olanlara bahşedilen bir sırdır; beden gözüne ihtiyaç yoktur, varsın her ikisi de kör olsun. “Ballar balını buldum/Kovanım yağma olsun” Artık peşinden koşup bir türlü yakalayamadığı güzel gözlü ceylan prensin can yoldaşıdır, arkadaşıdır, sırdaşıdır.
Siz hâlâ Bab’Aziz filmini seyretmemiş miydiniz yoksa? Ne olacak şimdi? Bir sürü ipucu verdim. Yazdıklarımı silsem bir işe yaramayacak. En iyisi siz gene de ilk fırsatta mutlaka izleyin bu şaheser filmi. Zaten inanıyorum ki okuyucularım arasında izleyenler çoğunluktadır. Hakkınızı helal edin, bir hatıramı anlatmadan önce filmdeki bu sahneyi sizinle paylaşmam gerekiyordu.
Sene 1990. Yaklaşık 5 yıllık TRT günlerimin sonuna doğruydu. Tarım işletmeleri ile ilgili bir dizi program çekimleri için Anaolu yollarındaydık. O yaz Urfa Ceylanpınar’daki TİGEM’e gitmiştik. Suriye sınırı boyunca uzanan uçsuz bucaksız bir çiftlik. Devlet burada tarım ve hayvancılık yapıyor/du. Çekimler uzun sürdü, birkaç gün misafirhanesinde kaldığımızı hatırlıyorum.
Gelelim Bab’Aziz filmi ile Ceylanpınar çiftliği arasındaki bağlantıya. Bizim yönetmen burada ceylanların yetiştirildiği bir bölgenin bulunduğunu öğrenir de çekim yapmak istemez mi? Çiftlikteki görevli arkadaş bunun çok zor olduğunu, çünkü ceylanların bırakın yakınına, uzağına bile yaklaşmanın imkânsız olduğunu söylese de bizimki dinlemedi. Bir akşamüstü gittik o bölgeye. Çok çok uzaktan ceylan grubunu gördük. Ayağımızın ucuna basa basa, ses etmeden yaklaştık. Bir çizgi var sanki. O çizgiyi geçer geçmez birisi kafasını kaldırıyor, sonra diğerleri. Anında tek tek sekerekten hızla uzaklaşıyorlar. Yılmadık, güneş batana kadar birkaç kere daha yaklaşmayı denedik. Her seferinde o görünmez hattı aştığımız an ceylanlar kaçtı bizden. İşte o sessizce yaklaşmalarımızdan birinde hayatımda ilk ve muhtemelen tek olan bir güzellik ikram edildi bana. O alaca karanlıkta bir baktım yavru ceylan ayağımın dibinde pusmuş bekliyor. Küçücük, daha bebek. Ürkek ama hareketsiz. Gözler ah o gözler. Beni ava giderken avlayan o gözler. Çocukluğumda koyun kuzusunu nasıl incitmeden tuttuysam öylece tutup kucağıma aldım yavru ceylanı. Bakın bu satırları yazarken bile kalbim küt küt etmeye başladı. Yok böyle bir an. Anlatmam mümkün değil. Bir müddet sevdik, ahu gözlerle göz göze geldik. Kalbinin atışına, ürkek bakışına daha fazla dayanamayıp bıraktık. Sonraki planda yaşadıklarımızı hatırlamıyorum. Koşup sürüye yetişti mi, anneciğini bulabildi mi; yoksa görevliler mi onu emniyete aldı, inanın hatırlamıyorum.
Kucağımda ceylan yavrusu ile fotoğrafım olsaydı ne güzel olurdu değil mi? Yok maalesef. O günlerden hatıra tek bir fotoğraf var arşivimde. Tarlaların ortasındaki su deposuna çıkmış çekim yapıyorum. Uçsuz bucaksız bir düzlükte bulunan Ceylanpınar’ın genel görüntülerini çekmek için en ideal nokta o su kulesinin tepesi idi. Tek başıma çıkmıştım. Sonradan öğrendik ki meğer çok tehlikeli bir iş yapmışım. Terör belasının zirvede olduğu o yıllarda keskin nişancılara açık hedef olmuşum da haberim olmamış meğer. Allah yurdumuzu, ordumuzu tüm şerlilerin şerrinden muhafaza eylesin.